Substack’te yazma arzum, modern bilgi ekosisteminin bizi içine sürüklediği sığ sulardan biraz olsun uzaklaşıp okuma, düşünme ve üretme konularında gerçek bir derinlik arayışımdan doğuyor.
Artık bilginin hızına yetişmek diye bir sorunumuz kalmadı; aksine, benzersiz bir bollukla bilgi/data bombardımanına tutuluyoruz. Fakat bu bolluk, tıpkı market raflarını dolduran fazla işlenmiş, şekere bulanmış abur cuburlar gibi zihni doyurmak yerine yoran, sağlıksız bir “kalori” fazlası yaratıyor. Birkaç saniyelik manşetlerin ve sonsuz kaydırmalı akışların getirdiği o hızlı tatmin, kısa sürede yerini zihinsel yorgunluğa bırakıyor. Yakın gelecekte başarıyı belirleyecek temel meziyetler, bu gürültüyü süzebilmek ve karmaşık meselelere nüfuz edebilecek odaklanmayı koruyabilmek olacak.
Burada devreye Substack giriyor. Platformun basit ama etkili mantığı—yazar ile okur arasındaki doğrudan ilişkiyi mümkün kılmak—aslında tarihin eski, sağlam bir geleneği: “mektup” ya da “risale” kültürünün dijital çağdaki yeni yüzü. Yazar, algoritmik teşhir ekonomisine boyun eğmek zorunda kalmadan okuruyla sözleşme imzalıyor; okur da hangi seslere değer verdiğini, hangi zihinsel rejimi uygulamak istediğini seçiyor. Bu düzen, “takipçi sayısı” gibi daha ziyade gösterişe yönelik ve aslında etkileşimi öngöremeyen ölçütleri geri planda bırakıp yazı başına düşen nitelik ve sadakat katsayısını öne çıkarıyor. Az ama ilgili bir kitle, rastgele viral etkileşimlerden daha sürdürülebilir bir zemine oturuyor; tıpkı sağlıklı bir diyetin, kısa süreli şeker patlamasındansa kalıcı enerji sağlaması gibi.
Bilgi metabolizmamızdaki bu dönüşüm, toplumsal sınıf dinamiklerine kadar uzanacak kuvvette. Bir zamanlar taze sebze bulmak kolay, kalori elde etmek zor iken, bugün her köşe başında yüksek kalorili seçenekler varken gerçek anlamda taze, besleyici ürün peşinde koşmak bir lüks hâline geldi. Benzer şekilde haber alanında da kirli bilgi, dedikodu ve doğrulanmamış söylenti olağanlaştı.
Fakat esas değer kaynağı belli, iyi pişirilmiş metinlerde saklı.
Yakın gelecekte, bütün bu bombardıman karşısında zihninizi nasıl beslediğiniz, kelimenin tam anlamıyla bir “kültürel sermaye” göstergesi sayılacak. Bir konuyu yüzeysel başlıklarla geçiştirmek, karnı cipsle doyurmak gibi: kısa süre sonra hissedilen açlık ve yorgunluk değişmiyor. Buna karşılık, adım adım inşa edilmiş argümanlar, referanslı analizler, dilin belleğinde saklı incelikler, taze sebze misali uzun vadede güç ve direnç sağlıyor.
Yapay zekânın içerik üretimini adeta musluk gibi açtığı bir çağda, çıplak “insan zekâsı” bile artık farklılaşma için tek başına yeterli olmayabilir. Üzerine düşünülerek yoğurulmuş, zanaatkârca şekillendirilmiş fikirler—tıpkı elde şekillendirilmiş bir tabak gibi—sermayesini özgünlükten alıyor. El yapımı ürünlerin çağdaş tasarım anlayışıyla harmanlanarak yeniden değer kazanmasına benzer bir şekilde, titizlikle örülmüş metinlerin de aynı estetik sorumluluğu taşıması gerektiğine inanıyorum.
Substack’in sunduğu mekân bu yaklaşımı teşvik ediyor: içerik üreticisi kendine özgü sesiyle, okura bütünüyle şeffaf bir ilişki kuruyor; okur ise bu emeğin sürekliliğini gönüllülük temelinde destekliyor. Böylece yazı, yalnızca tüketilen bir metadan çıkıp müşterek bir üretim alanına dönüşüyor.
Twitter gibi hızlı paylaşım mecraları, doğru okurla tanışmak için elbette verimli bir avludur; fakat o avlunun fonu gürültüyle doludur. Algoritmalar, çoğu kez içeriğin besleyiciliğinden ziyade duygusal hararetini ödüllendirir. Birkaç saniyelik öfke patlamaları veya mizahi tepkiler, iyi kurgulanmış düşüncelerin üzerine düşen gölgeler gibidir: görünürlüğü artırır ama derinliği silikleştirir.
Benim stratejim, Twitter’ı bir nevi tanıtım kanalına, Substack’i ise yoğunlaşmış sofra başına benzetmek: hareketli caddede sergilenen lezzet örnekleri, merak uyandıran yolcuları sakin, düzenli bir sofraya davet ediyor. Orada daha uzun cümleler kuruyor, bağlamı genişletiyor, sorulara vakit ayırabiliyoruz.
Geleceğe dair öngörüm net:
2025 ile 2030 arasında “yavaş medya” akımı kurumsallaşacak, uzun biçim yazılar bir kez daha prestij halini alacak. 2030’lardan itibaren yapay zekânın ürettiği homojen metin bulutu şiştikçe, özgün insan sesi giderek altın kıymetine ulaşacak. Hatta niş konular etrafında toplanan seçkin okur kulüpleri—henüz adını koymadığımız topluluk formları—iktisadi birliktelikler hâline gelecektir. Okur doğrudan, “Ben bu metnin var olmasını istiyorum” diyerek yazarı finanse ettikçe, yazar da “Bu metin, seni sıradan etkileşimlerden daha fazla tatmin edecektir” iddiasını etik bir zemin üzerinde sunabilecektir.
Substack’te kalem oynatmak, tam da bu karşılıklı söze ve sorumluluğa dayalı modeli benimsemek demek. Kuru gürültünün dışına çıkıp meseleleri derinleştirmek isteyen, bilgi diyetini organik ürünlerle zenginleştirmek isteyen herkese açık bir davet bu.
Sofranın başına buyurun:
Menüde taze sebze bol, laf kalabalığı ise servis dışıdır.
Yazınızı çok beğendim.Sizi twitter'den takip de ediyorum ☺️ancak söylediğiniz üzere instagram'a- yüzeyselliğine tahammül edemedim,twitter ise kalbim dayanmıyor,panik atak olma safhasına getiriyor beni.Gerçekten ruhuma iyi gelecek edebi metinler,sanat,edebiyat,kültürel,bilimsel her konuyu daha rafine ve sessiz bir ortamda,nezih bir platformda bulabilmek adına buralara geldim.Kendi bloğum da var,buradaki yazılar da çok keyifli ve katkısı olan yazarlar var, hiçbir takipçi kaygısı olmyayan benim gibiler için bulunmaz zenginlik.Özetle nitelik var,kaygı yok burada☺️🧘🏻♀️Umarım böyle kalır,uzun yazı seven,okuyan insanlar gelsin lütfen.
Hocam, burada kültürlerden kaynaklı büyük farklılıklar olacaktır. Avustralyada gördüğüm yediden yetmişe herkes kitap okuyor. Türkiyede çok sayılı bir kitle, kitap okuyor sadece. Avustralyadaki gibi çok okuyan bir kültürle yetişen birinin okuma kısmında değişiklik yapacağını pek sanmıyorum, bu insanlar her türlü okuyacaktır hatta sosyal medya kullanımları gördüğüm kadarıyla Türkiye ile kıyaslanamayacak kadar az. Türkiyede hemen hemen herkes telefonu elinden düşürmüyor. Dedikleriniz Türkiye gibi az okuma yapan kültürler için yüksek ihtimal.